16 Aralık 2014 Salı

Yolculuk Üzerine: Seyyah Olmak Ya Da Olmamak

Yeniden selamlar sevgili dostlar,

Bir projenin ardından sırf kafam rahatlasın diye, yazıyı erkenden yazmaya karar verdim. Ve bu sefer uzun olacak, önceki yazı için bunu saymayız diyenler oldu :) Evet herkes hazırsa başlayalım. Site tanıtımımda yazdığı gibi çok gezen bir insanım. Yerimde durmayı pek sevmem. İstanbul'da yaşayıpta bu mümkün olmuyor zaten. Sırf bu gezmelerim yüzünden annem bana "gezenti" der. Otur oturduğun yerde diye de ekler. Kaç yaşında olursanız olun, sonuçta anne :)

Seyyah yazılarını okumayı çok severim. Gezi programlarının çoğunu kaçırmam. Tabi tek lokmada bir kuzunun mideye indirildiği programlardan bahsetmiyorum. Mesela Trt Haber'deki Yol Arkadaşım programını çok severim. Güler yüzlü, sevimli bir ablamız tam da istediğim gibi geziyor Anadolu'yu. Genelde bu tarz programları izlerken notlar alırım. Eğer buraya gidersem şunları yapmam lazım, burda bu yenir, bu yenmez, şu mekana kesin gitmeliyim vs. Size de tavsiye ederim. Çok yararlı oluyor.


Seyyah sıfatına henüz layık olamadım. Anadolu'yu istediğim gibi gezemedim çünkü. Bende madem Anadolu'yu şu an için çok gezemiyorum, o zaman İstanbul'un hakkını vermek lazım diyerek yollara düşüyorum. Ve inanın ki henüz hepsini gezemedim. En az 5-6 senedir düzenli şekilde İstanbul'u araştırıp mekanları keşfetmeye çalışıyorum. Fatih'te oturuyor olmanın verdiği avantajla buralardan başladım tabi ki. Ama henüz buralarda bitmedi. Gez gez bitmiyor mübarek.

 Bir yeri il, ilçe, semt, mahalle ne olursa olsun internetten araştırır, özel mekanlarını tespit eder, gizli mekanlarını öğrenir öyle giderim. Ama burda ince bir nokta var. Kesinlikle ezberleyecek şekilde araştırmam. Peki bu ne demek. Şu ki gideceğim mekanı bilsem bile eğer semt hoşuma giderse sokaklarında kaybolurum. İşte bu en sevdiğim şey zaten. Bir yere gittiğinizde sokaklarında kaybolmazsanız orayı hakkıyla keşfedemez ve öğrenemezsiniz. En azından ben böyle düşünüyorum. Kaybolmanın zevki bir başkadır. Tabi kaybolacağınız yeri iyi seçmekte fayda var bkz. Balat :D

Gezdiğim yerleri buraya yazmaya çalışacağım, gördüğüm güzellikleri sizinde görmenizi ve keşfetmenizi isterim. Peki bu yazıda önereceğim bir kaç yer var mı? Var tabi ki ama... Aması var sayın seyirciler. İşe nereleri gezmemeniz gerektiği ile başlayalım :D

"Gidip Görmesen de Olur Denecek 3 Mekan" (Katılmayabilirsiniz :D)

1. Karabük(Merkez)

Listemizin ilk başında tabi ki ömrümün bir yılını çalan nadide ilimiz var. Neden oraya gittiğim ve kaldığım uzun hikaye, olayın özüne gelelim.


"Karabük, Türkiye'nin kuzeyinde Batı Karadeniz Bölgesi'nde il. 2013 yılı nüfus verilerine göre nüfusu 230.251'dir. Karabük, 1937 yılına kadar, Safranbolu'ya bağlı Öğlebeli Köyü'nün 13 hanelik bir mahallesiydi." (Vikipedi)

Bu ilimiz 1995 yılında rahmetli Ecevit'in kıyağı ile il olmuştur. Neden il olduğu konusunda kimsenin bir fikri olduğunu düşünmüyorum. Biraz şehirden bahsedelim. Şehre otobüs ile girdiğinizde uyuyor olsanız dahi bunu anlarsınız. Nasıl mı? Otobüsün hava almak için açtığınız klimasından içeriye (eğer sabah vardıysanız) buz gibi bir soğuk ve o soğuğa karışan is kokusu gelir. Sabah mahmurluğuyla o havanın ciğerinize işlemesi inanın çok kötü. 

Şehirde bulunan Demir-Çelik fabrikası şehri yaşanmaz hale getirmiş. Şehre tepeden baktığınızda daima bir sis bulutu bulunuyor. Gece olduğunda dereye dökülen atık metal gökyüzünü kıpkırmızı yapıyor, ayrıca fabrikadan çıkan alevlerle birlikte sanırsınız Yüzüklerin Efendisi filmi. Bende Mordor'a yüzüğü ulaştırmaya gitmişim.(Hobbit diyenler var biliyorum, Şu an çok güldüm :D) Bu arada o atıklar dereyi mahvediyor. Yazık..

Neyse nerde kamıştık, 4 sene önce arkadaşlarımla birlikte gittiğimizde karasal iklimin acı yüzüyle onlarda tanışmış, sabah ayazında donmuşlar, öğlen 30 derece sıcakta enseleri pişmişti. Ve arkadaşımın bana gün sonunda tepkisi şu oldu: "Abi bu şehirde niye kimse gülmüyor?". Ben de bilmiyorum. Vardır bir kerameti. Tabi dayımların orada olması benim için büyük bir avantajdı, Allah onlardan razı olsun. 

Karabük'te güzel hiç mi bir şey yok derseniz, Safranbolu ve lokumu diyebilirim. Ama oraya da bir kez gittikten sonra yetiyor. Sonrası kabak tadı vermeye başlıyor.   

Bu arada bir anektod aktarayım. Karabük'ten döndükten sonra hastaneye gitmiştim. Akciğer filmime bakan doktor ciğerin dumanlı, sigarayı çok mu içiyorsun diye sordu.(Hayatımda bir kez bile kullanmadım)

2. Ankara(Merkez)


Çok şaşırdınız biliyorum ama hep merak ettiğim Ankara'ya gidince bende çok şaşırmıştım. En azından merkezi için konuşursak bende tam bir hayal kırıklığına neden oldu. 3 defa gittim Ankara'ya ve maalesef dışarıda kalan Kızılcahamam dışında beğenmedim. Ankara'ya siyasetin o puslu havası sinmiş. Her yerde memurlar ve bu bana çok sıkıcı geldi. Ayrıca gece dışarı çıktığımızda pavyonlar ve benzeri mekanlardan başka oturacak yer çok azdı. Öğrenci eli değecekmiş ama memurlardan pek fırsat kalmamış gibi. Neyse dediğim gibi merkezi açısından konuşursak bir kere gitseniz yeter diye düşünüyorum. Ankaralılara sevgiler :)

3. Esenler - Bağcılar


İstanbullu'sun ya konuş tabi artist demeyin. Listede buradan da bir çok yer yazabilirim. Diyelim ki İstanbul'da oturmuyorsunuz ve buraya gezmeye geldiniz. Akrabalarınız bu iki ilçede oturmuyor. O zaman gitmeniz için mantıklı bir sebebiniz olamaz. Eğer sizi gezelim diye buralara götürürlerse akrabalık ilişkilerinizi kesebilirsiniz, bence sizden hoşlanmıyorlar :)) Beton, çarpık kentleşme, tarihi mekan ve manzara adına hiçbir şey barındırmayan bu nadide ilçelerimizde yaşayanlara Allah kolaylık versin. Modern kentleşmenin maalesef katlettiği mekanlar. İnanılmaz bir nüfus yoğunluğu var. Bu kadar nüfusu buralara sıkıştırmak insana saygısızlıktan başka bir şey değil. 

Ne kadar eleştirirsem eleştireyim kesinlikle buralarda yaşamam demiyorum. Sonuçta binlerce insan hayatlarını iyi yada kötü yaşıyorlar. Zaten büyük ve kesin konuşmaktan da çekinirim. Kaderin ne göstereceği belli olmaz. Geçmişte çok acı tecrübelerim var :))

Unutmadan belirtmek lazım, şu ana kadar yazdıklarıma rağmen, bazı gerçeklerde vardır. Bir yeri değerli kılan aslında içinde yaşayan sevdiklerinizdir. Yukarıda yazdığım yerleri sabaha kadar da eleştirsem, eğer sevdiğiniz biri buralarda yaşıyorsa o zaman sizin için en değerli yerdir. Ki o zaman da benim yazdıklarımın en ufak bir değeri olmaz. 

Bu yazının da sonuna geldik. Aklıma geldikçe beğenmediğim mekanları yazmaya devam edeceğim. Tabi güzel yerleri yazmayada. Kendinize iyi bakın hadi görüşürüz :)
Devamını Oku..

14 Aralık 2014 Pazar

Bu ay ne var, ne yoktu?

Selamlar sevgili okurlar,

Bir pazar günü etkinliği olarak, bugün blog yazmayı düşündüm. Hava güzel, iş güç yok, evde kalınca kendimi yazı yazmaya verdim de diyebiliriz. Bu yazıda -sevgili Ender kardeşimden aşırdığım yazı konusu- bu ay yaşadığım bir kaç olaydan bahsedeceğim. 

Gelelim bu ay neler yaptığıma. 
Kasım Ayının son haftasında uzun bir aradan sonra sinemaya gitmeye karar verdim. Özlüyor insan, hele de değecek filmler varsa. Üstad Christopher Nolan'ın yeni filmi Interstellar'ı merak ettmiştim. Uzayı konu etmesi ufak bir ön yargı oluştursa da, O yaptıysa izlenir diyerek gittim filme. Karadelik, boyutlar arası geçiş, uzay şehirleri ve en önemlisi izafiyet teorisi konularını enfes şekilde beyazperdeye aktarmış. Zamanın yerçekimine göre uzayıp, kısalması(izafiyet teorisi) konusunda dinlediğim bir diğer değerli insan Caner Taslaman'ı izledikten sonra filme gitmek, beni daha fazla etkiledi. Çünkü izafiyet teorisini Kur'an'ı Kerim'de de görebiliyoruz. 

“Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir” (Hac: 47) 

“O, göklerden yere kadar her işi yerli yerince tedbir ve idare eder. Sonra bütün işler, sizin gününüzle bin sene kadar uzun olan kıyamet gününde Ona arz edilir” (Secde: 5) 

“Melekler ve Cebrail, oraya, bir günde yükselip çıkarlar ki, o mesafenin uzunluğu dünya senesi ile elli bin yıldır” (Mearic: 4) 

Zamanın bir boyut olarak fiziksel manada gösterilmesi bence filmin en enteresan sahnesiydi. Neyse daha fazla anlatıp zevkini kaçırmayalım. Yorumum: Kesinlikle izleyin!

Aralık başında 2 tane önemli bilişim etkinliği vardı. Birisi İTÜ'de gerçekleşen Bilişim Zirvesi, diğeri Google DevFest etkinliğiydi. Bilişim Zirvesine kayıt olmama rağmen çok fazla bulunamadım. Açıkçası oturumlar -bence- developerlara yönelik değildi. Çok ilgi çekici de değildi. O yüzden bu etkinlikten çok bahsedemeyeceğim.


Diğer etkinlik ise Google'ın desteklediği, mobil uygulama geliştiricilerinin fazlasıyla istifade ettiği DevFest'ti. Oturumlar gerçekten iyi düşünülmüş. Material Design Android Uygulamalar ve Cross Platform mobil uygulama oturumları en ilgimi çeken oturumlar oldu. Ancak DevFest bu sene daha büyük bir salona taşınmasına rağmen, yine de şirketlerden yeterli ilgiyi görmemiş gibi gözüküyor. Salonda bulunan stand sayısı çok azdı. Geleceği Yazanlar ekibinin standı en büyük ve ilgi çeken stand oldu. Tabi bunda verdikleri hediyelerin etkisi büyük :) Yani diyeceğim oturum dışı etkinlikleri güçlenirse, oldukça güzel bir organizasyon. 

Evet bu yazıda bu kadar bir sonraki yazı da görüşürüz. Çok bekletmeyi düşünüyorum :D

Devamını Oku..

5 Aralık 2014 Cuma

Çocukluğum: Bir garip hikayem

Merhabalar, uzun zamandır yazmadım, farkındayım. İnsan içinden gelmeyince yazmamalı kanaatinde olduğum için kafama esmeden yazmıyorum. Neyse bu yazıda ne anlatmak istiyorum diye sorarsanız hayatımın önemli bir dönemi olan çocukluğumdan esintiler aktaracağım. Oo çok iddialı bir cümle oldu. Klasik bir muhabbet olacak aslında. Çok umrunuzda değil farkındayım :) Olsun ben niyet ettim artık. Nerden aklıma geldi sorusunu duyar gibiyim. Geçen gün TV'de Seksenler dizisine gözüm takıldı. O sıcak mahalle havasını görünce kafam çocukluğuma gidiverdi birden. Gerçi ben 80 kuşağı değilim ama olsun bende kendimce çocukluğuma gittim. Bizde 90'lar çocuğuyuz bugüne bugün nedir yani.

Not: Haber galerilerindeki "90 kuşağında çocuk olmak" itemlerini kullanacağım ama kendimce yorumlayacağım tabi ki.

Evet başlayalım o zaman, ben çocukkene :) klasiklerimin en başında tabi ki Pokemon çizgi filmi var. Her bölümünü soluksuz izlediğim resmen duygu seline kapıldığım en muhteşem yapımlardan biri. Favori pokemonum Squirtle ve takımıydı. Hepsi ayrı güzeldi. Japon mühendislerin en yararlı yapımıdır, şahsen Toyota'dan daha önemli benim için :)


Yine en önemli yapımlardan Tsubasa. Muz ortaları mı desem, orta sahadan rövaşata gole mü desem, iki saatte penaltı noktasından kaleye giden ama o arada da yedek kulübesi ve bir kaç arkadaşıyla göz göze gelen futbolcu mu desem neler neler. Bunun playstation oyununda ölüm vuruşu vardı. Hagi'nin 90'daki golü gibi beklerdik, insan gerçekten hayret ediyor.   



Neresinden başlasam hakikaten en zevkli çizgi filmlerdi. Favori karakterim Ninja Turtles'ta Rafael,  Power Rangers'ta Yeşil olan karakterdi. Hey gidi günler, üşüyoruz Splinter Reis :(


Bu kadar çizgi film yeter daha sayamadığım bir çok yapım var tabi. Red Kit, Scooby Doo vs. ama benim için en önemlileri bunlardı. Gelelim dizilere yine bir sürü yapım sayılabilir. Ama iki tanesinden bahsedeceğim. 
İlki tabi ki Süper Baba. Sen ne güzel adamdın be Fikret(Fiko) Abi. Çengelköy'ü ta o zamanlar sevdirdi bana. Tabi o zamanlar Üsküdar neredir bilmiyoruz. Bütün dünyamız Fatih bizim o zamanlar. Demek ki kafamda pozitif bir Üsküdar algısı bırakmasına vesile oldu. Şu an ki dizilere bakınca iyi ki izlemişim seni diyor insan. Sanki zamanın ruhu dizilere mi yansıyor ne! 
İkincisi elbette Kaygısızlar. Kültigin karakterini literatüre kazandıran Şoray abimize de selam olsun. Onun da aslında çocukluğumda etkisi çoktur. Bir çok yapımın yıldızıydı kendisi. O zamanlar Leyla ile Mecnun yok tabi. Absürd dizi diyince akla ilk Kaygısızlar gelirdi. 



Yeri gelmişken Hugo ve Tolga Abi'den de bahsedelim. 3'e bas 5'e bas, bassana be kardeşim diye diye biterdi program. Hep aramak istedim ama kısmet işte. Birde benim sorunlu ruh halim midir nedir aklımda her zaman şu soru olurdu: "Ya acaba onlar mı arıyor biz mi arıyoruz, telefon faturasını kim ödüyor?"



Yabancı dizilerde ise iki unutulmazım var. Birincisi Alf. Çok güzel bir yapımdı, güldüğümü çokca hatırlarım. Birde her pazar sabahı Kanal D'de yayınlanan Bizim Ev dizisi vardı. Hani ikiz küçük kızlar vardı dayıları falan vardı, bildin mi? Hani böyle şey, google.com'a yazın bulurusunuz :D



E tabi Muppet Show'u es geçmeyelim. Edi ile Büdü, kurbağa kermit, birde tabi ki Manha Manha karakterleri unutulmazlar arasında yerini aldı benim için. Manha Manha demişken şarkıyı da dinleyelim madem :)


Geldik oyunlara. Bu kısım şu anki çocukların en büyük kaybıdır herhalde. Ekranlara hapsolmuş, kreşlere hapsolmuş, sitelere hapsolmuş enerjik ve yaratıcı çocuklar. Hepsi köreliyor, daha sağlıklı düşünen, iyi bir nesil yetişmesi biraz hayal gibi. Oyun diyince akıllarına telefonlar, tabletler geliyorsa,  çocuk olmak ne demek farkına bile varmadan büyüyorlar demektir. Evde bulduğumuz her şeyi ama herşeyi oyun malzemesi yapabilirdik. Bu hayal gücümüzün sınırlarını zorlamamızı sağlıyordu. Bence en büyük faydası da bu oldu.

Misket en çok oynadığım oyunlardan biri oldu. Çeşit çeşit, renk renk misketlerim vardı. Dombik misketleri özellikle çok severdim. Porselen misket serim son derece özeldi. Özene bezene biriktirirdim onları. Ahh ahh. Ve tasolar. Keptikçe oynar, oynadıkça daha fazla oynayasımız gelirdi. Kepmek fiilini bilmeyen yoktur herhalde. Eğer varsa "Yook artık" diyesim geldi. Tasolar o kadar değerliydi ki, ilk gaspımı pokemon tasolarımla olmuştum. İkinci gaspımı da tasolardan oldum. Pikaçu'lardan birini çalmışlardı. Ne saçma bi çocukluk geçirdim şu an yazdıkça farkediyorum. Son olarak sıralarda parmaklarım morarana kadar oynadığımız para maçları. İlerleyen yıllarda basketbol versiyonları bile çıkmıştı.

Ve tabi bunlar dışında sokaklarda oynadığımız binbir türlü oyunlar. Futbol başta olmak üzere, uzun eşek, yakar top, 9 taş gibi gibi her çeşit oyunu oynadık herhalde. Manyak kale ve Japon kale en zevkli olanlardı. Bölgeye göre ismi değişebilir, o ne saçma isim demeyin şimdi. Unuttuğum nice oyunlar var tabi. Hepsini yazmayalım şimdi.






Peki hiç mi teknolojik oyuncaklarımız olmadı. Oldu tabi ki. Atari ve Gameboy. 9999999 in 1 kasetlerle ne oyunlar oynardık. Mario, Olympic, Tank, Goal3, Fifa98 en güzel oyunlar listemdir. Saatlerce Tv başında otururduk, annem hadi artık yeter diye başıma dikilirdi. Kalkmayınca terlikler havada uçuşurdu tabi. Kaset bozulunca üfleye üfleye çalıştırmaya çalıştırırdık. Ne ciğer bizde de :) Gameboy apayrı bir dünya tabi. Tetris oynamaktan bir hal olurduk. 




Okuldan da bahsedelim biraz, mesela birkaç okul itemi paylaşayım :) Capri-sun gayrı-resmi okul içeceğimiz diyebiliriz. Sonra zengin çocuk itemi Monami pastel boyaları, benim gibi fakirin boyaları da Nova Color boyalardı. Ne dram ama :(


Birde ezik kutu kolayla maç yapma olayı var ki. Değme futbol toplarına değişmem. Ne hırs, ne azim. Ölümüne giriyorduk. 



Şahsen bizim eve PC çok geç girdi. O yüzden değişik oyun aktivitelerimiz oluyordu. Mesela çim adam. Şu aralar göremiyorum. Onun bile kimyasalı çıkmış. Ayıptır yahu(Şu aralar gıda terörünü araştırıyorum ilerde yazarım). Bununla ilgili en önemli anımda kiracısı olduğumuz dükkan sahibimizin evinde bulunan çim adamı yoğura yoğura patlatmıştım. İçinden un gibi beyaz bir toz çıkmıştı. Ondan sonra dükkandan çıktık zaten :(


Daha unuttuğum neler neler vardır eminim ama hepsini bir yazıya sığdırmakta mümkün değil tabi. Son olarak 90'lardan bir kaç şarkı ve o dönemleri anlatan karikatürlerle bitirelim. 

Eurovision Şarkımız:
Şebnem Paker - Dinle

En sevdiğim gruplardan: 
Yeni Türkü - Telli Turnam 

En kral gruptur :D
Grup Vitamin - İsmail (Ata Demirer içerir)

Bence konunun özeti budur. Harika bir karikatür :D 

Soba üstündeki kestaneleri, pazar banyolarını, Bizimkileri, sobanın dibinde uyumayı evde garip oyunlar türetmeyi özledim be usta :(

İçimi döktüm bu yazıda. Birkaç şeyi yazmadım. Mesela bir defterim olduğunu bu deftere futboldan coğrafyaya kadar birçok oyun geliştirip yazdığımı anlatmadım. Çünkü defterim kayıp. :/ Bu yazı da burada biter. Kendinize iyi bakın, çevrenizdeki çocuklara pc dışında oyun oynama isteği aşılayın mutlaka :) 

Hadi baş baş..






Devamını Oku..

16 Ekim 2014 Perşembe

Jüpitere Gitmeyen Kalmasın: 2001:A Space Odeyssey



Bu yazım uzay filmi emekçilerine gelsin. Yapay Zeka dersi için hocamız bizden film izlememizi ve yorumlamamızı istedi. İlk defa bir Kubrick filmi izledim bu arada. Yuh bu zamana kadar nerdeydin dediğinizi duyar gibiyim. Bende olamaz mı arkadaş diye cevap vereyim o zaman. 1968 yapımı bir Kubrick filmi olan 2001:A Space Odeyssey daha izlemeden her şeye hazırlıklı olmam gerektiğini hissettirdi. Genelde eski yapım filmleri seyretmiyorum. Garip bir antipati oluştu sebebini bende bilmiyorum. Ancak bu filmin yapım yılını bilmeyen biri asla 1968 yılında yapıldığını tahmin edemez. Hele ki Türkiye'de yaşıyorsa. Film ünlü ilk yirmi dakikalık bölümüyle başlıyor. Kimileri tarafından övülen, kimileri tarafından saçmalık olarak görülen (arog filmine de konu olan) bu yirmi dakika aslında oldukça önemli. Film bizi yaklaşık beş dakikalık bir boşlukla karşılıyor. İnce tiz bir ses ve karanlık. Hatta internetten izlediğim için acaba video mu bozuk hissi uyandırdı. Ama bu ses(müzik diyemicem) sayesinde Kubrick film başlamadan gerilmemizi ve filme karşı merak duymamızı başarıyor. En iyi yaptığı işlerden biri bu olsa gerek. Ardından bir grup maymunun(ya da maymun insanın) bir gün içerisindeki davranışlarını izliyoruz. Buraya kadar herşey normal. Ancak yeryüzüne düşen siyah dikdörtgen bir taş dünyanın ve filmin yönünü değiştiriyor.


Maymunlardan birinin bir hayvan iskeletinden aldığı kemiği yere vurmaya başlaması ilk aleti bulmasını sağlıyor. Bu aleti av ve koruma adına kullanmaya başlıyor. Buradaki geçiş sahnesi önemli; kemiği hava attıktan sonra uydu ile eşleştirmesi ve insanlığa geçiş yapması, bizi tek bir sonuca ulaştırıyor: Evrim. Kubrick Darwin amcanın teorisine katılmış görünüyor. Allah akıl fikir versin :D Bu geçişten sonraki bölümde 2001 yılında uzay çalışmalarını izliyoruz. Detaylı anlatmaya gerek yok. Burada önemli birkaç nokta var. Uzay yolculuğu sırasında görüntülü konuşma yapılması, Apple'ın Siri'sini andıran sesli yanıt sistemi, lcd ekranlar vs. Kubrick günümüz teknolojisine selam çakmış gibi görünüyor. Steve Jobs kesin izlemiştir filmi. Uzay gemilerideki enfes çekim teknikleri o yıllar için gerçekten inanılması zor. Hatta izledikten sonra yaptığım araştırmaya göre, yine 1968'de Ay'a çıkan Neil Amstrong bile bu kadar ayrıntılı Ay yüzeyi tasarlanmasına şaşırmış. Adeta ikinci Piri Reis haritası vakası.


Filmin akışına geri dönersek ay üzerindeki üsse yapılan yolculuğun ardından dünyaya düşen siyah taşın ay üzerinde bulunması ve maymunlarla aynı davranışı gösteren insanlar sahnesi ile filmde bir geçiş daha yaşıyoruz. Sıradaki yolculuk Jüpitere. Bu yolculuğu yapan 5 kişilik ekibe birde yapay zeka ürünü bilgisayar Hal-9000 eşlik ediyor. Bu bilgisayarın diğer filmlerde gördüklerimden en büyük farkı duyguları. Üzülen, sevinen, olaylara tepki veren bir bilgisayar. İnsanoğlunun bir bilgisayarı bu noktaya getirebileceği fikri ne kadar güzel gözükse de bir yandan da oldukça korkutucu. Zaten Hal-9000 biri hariç tüm mürettabatı öldürüyor. Ve bu onun kendi kararı. Yapay Zeka'nın günümüzde alacağı çok yol var. Ve her geçen gün sorunlarımıza çare olmaya devam ediyor. Ancak bunun sınırını iyi çizmek gerekiyor.


Filmin ilerleyen sahnelerinde sağ kalan son astronot jüpiterin içlerine doğru yolculuğa çıkıyor. Buradaki sahnelerin niye çekildiği tam bir muamma. Yalan yok bu sahnelerde başım ağrıdı, biraz izleyiciye saygı ama dimi. Astronot jupitere ulaştıktan sonra bir oda da buluyor kendini. Ama bir fark var yaşlanmış bir şekilde karşımıza çıkıyor. Diğer oda da yemek yiyen ise yine kendisi. Ve biraz daha yaşlı hali. Ardından odadaki yatağa bakıyor. Ve biraz daha yanlanmış hali ile karşılaşıyor. Yani zaman kavramından sıyrılmış bir ortamda bulunuyor. En sonunda ise ölüp bebek olarak dünyaya bakıyor. Ve film bitiyor. Bu sondan ne ben ne de internet araştırmalarım da hiç kimse bir şey anlamamış. Final tam bir muamma, ortada net bir bilinmezlik var. Özelliklerini okuduğum kadarıyla Kubrick'e yakışacak bir son. Bitirmeden bir kaç not: astronotların uzay boşluğunda yürürken nefes alışverişlerinin bize yansıtılması sizi ister istemez geriyor. Filmin genelindeki uzay yürüyüşlerinin yavaşlığı ise insanda garip bir his uyandırıyor. İnsana o yürüyüşü sanki enterasan bir olay gibi dikkatlice izlettiriyor. İster sıkıcı diyin isterseniz Kubrick ne yapsa yeridir! Yazıda uzun oldu ama yapacak bir şey yok :)
Devamını Oku..

12 Eylül 2014 Cuma

Bir varmış, bir çokmuş



Selamlar blogcular,

Size çok hoşuma giden bir hikayeden alıntı yapmak istiyorum:

Ferîdüddîn-i Attâr’ın eserlerinden birisi olan Mantıku’t-Tayr’da (Kuşların Diliyle) kitabında bir hikaye geçer. Kargaşa içinde geleceklerinden endişe duyan kuşların kendilerini kurtaracak lider arayışı içine girerler. Bir gün kuşlar içine düştükleri zilletten kurtulmak için bir kurtarıcı beklerken Kaf Dağı’nın tepesinde bilge ağacının dallarında yaşadığına inandıkları Zümrüdü Anka’dan (Simurg) yardım istemeye karar verirler. Kuşlar bir araya gelerek yedi dipsiz vadiyi aşarak ulaşabilecekleri Kaf Dağı’na, Zümrüdü Anka’nın yanına gitmek için yola çıkarlar. Fakat bir süre sonra yorulanlar ve düşenler hatta geri dönenler olur. Örneğin bülbül güle olan aşkını hatırlayarak, papağan o güzel tüyleri yüzünden kafese kapatılmasına rağmen tüylerine zarar gelmemesi için kartal ise yükseklerdeki krallığını bırakmamak adına geri döner. Dipsiz vadilerden uçtukça kuşların sayısı azalır. Altıncı vadi olan şaşkınlık ile yedinci vadi olan yok oluş vadileri aşıldığında geride otuz kuş kalır. Sonuçta Zümrüdü Anka’nın yuvasını bulunca anlarlar ki Zümrüdü Anka otuz kuş demekmiş yani onların hepsi Zümrüdü Anka’ymış ve ayrıca her biri Zümrüdü Anka’ymış.

Yani insan kendinin farkına varmalı, aradığı o büyük güç belki de kendisi olabilir. Hikayeler güzeldir, görüşmek üzere :)
Devamını Oku..

21 Ağustos 2014 Perşembe

Çınarcık (Bursa) Yolunda - 2

Yol yazılarımıza devam edelim. Bugün Yalova turumuza ufak bir ara veriyor, Bursa'ya gitmek üzere yola düşüyoruz. İlk olarak Çınarcık merkezde hemen iskelenin sağından kalkan minibüslerle Yalova merkeze gitmemiz gerekiyor. Hiç vakit kaybetmeden minibüse atlıyor ve merkeze doğru yola çıkıyoruz. Giderken sol tarafımıza güzel bi marmara manzarası bize eşlik ediyor. Yaklaşık 15-20  dk sonra merkeze ulaşıyoruz. İner inmez Bursa'ya giden minibüs veya otobüs aramaya koyulduk ancak öğrendik ki belli saatlerde yalnızca yalova seyahat şirketi Bursa'ya gidiyor. Acaba terminale gidip Bursa'dan geçen herhangi bir otobüse binsek mi diye düşündük ama terminali nerde olduğunu bilmememiz ve biraz da uğraşmak istememiz nedeniyle yalova seyahatle gitmeye karar verdik. Cuma günü olması sebebiyle namazın ardından binmek için saat 2 ye biletimizi aldık. Hemen yolun karşısında bulunan avm nin arkasında güzel, küçük bir camide namazı kıldıktan sonra hemen otobüse binip yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Bu arada Yalova'dan Bursa bileti 14 liraya mal oluyor. Biraz yüksek gibi ama yapacak bir şey yok. Yaklaşık bir saat sonra Bursa terminale ulaşıyoruz. Hemen terminalin sağında bulunan sarı belediye otobüsleriyle merkeze ulaşmak mümkün. Bilet fiyatı ise 2.5 lira. İstanbul'la karşılaştırırsak normal fiyat. 

Yarım saat içinde Bursa merkeze ulaşmayı başarıyoruz. Eee Bursa'ya gelmişken İlk işimiz Ulu Cami'ye gidip ruhen ve bedenen dinlenmek oldu. Şadırvanda çeşmeden akan buz gibi Uludağ suyunu içmek ve ayaklarımızı suya tutmak apayrı bir zevk. O kavurucu yaz sıcağında insan başka ne ister ki. Ulu Cami içerisinde bir süre dinlendik. Hem maneviyat doluyor hem huzurla doluyor insan. Yaklaşık 2 saatlik bu yolculuk bizi acıktırmaya yetti. Arkadaşımın ısrarlı isteği üzerine iskendere ismini veren İskender İskenderoğlu'nun mekanını aramaya başladık. Ulu Cami'nin üstündeki Atatürk caddesi üzerinde Türk Hava Kurumu'nun hemen yanındaki bu mekan oldukça ilgi görüyor. En iyi iskenderin burda olduğu konusunda fikir birliği sağlamış insanlar. Tabi Bursa'lı olanlar için farklı mekanlar daha iyi olabilir. Ama İstanbul'dan ününü duyduğumuz bir yerdi burası. 

Biraz aradıktan sonra mekanı bulduk ama o da ne! Yaklaşık 10 kişilik bir kuyruk kapıda bizi karşıladı. Ve bu kuyruk içerdeki masalara oturmak içindi. Küçük bir şok yaşadıktan sonra açlık son noktaya ulaşınca vazgeçmek zorunda kaldık. Başka bir mekan aramaya koyulmuştuk ki Ulu Cami'ye giderken Koza Han'ın hemen başında İskender Bey'in oğlu Yavuz İskenderoğlu'nun mekanı ile karşılaştık. Yaşadığımız hüsrandan sonra ilaç gibi geldi. Eğer babası iyiyse oğluda az çok iyidir diye düşünerek(bence çok mantıklı :) ) daldık mekana. Hanın içinde mahzen edasında hoş bir mekan bizi karşıladı. Tabi bu fiyatların yüksek olacağınında habercisiydi. Neyse iskendere geri dönelim. Mekanda iskenderin yanında kendi mamulleri olan şıra satıyorlar. Siparişlerimiz geldi, ilk dikkatimi çeken iskenderin pidesi İstanbul'da yediklerime göre daha azdı. Bence bu iyiye işaretti ki öyle de oldu. Eti ince ve gerçekten enfesti. O ana kadar yediğim kesinlikle en iyi iskenderdi. Şıra da oldukça lezizdi. Gelelim maliyete iki iskender ve iki şıra 66 tl ye maloldu. Pahalı olarak bakabilirsiniz hele öğrenciyseniz ama hakkını veriyor. 

Yemeğimizi de yedikten sonra İpek Han'a girip birkaç hediye aldık. Birbirinden güzel eşarplar var burda kesinlikle ziyaret etmelisiniz. Artık Bursa gezimizin sonuna yaklaşırken her Bursa'ya geliş klasiğimiz olan Osmanlı Çayı'nı içmek için Ördekli Kültür Merkezi'nin yolunu tutuyoruz. Şehreküstü metro durağına 500 metre uzaklıkta son derece güzel şirin tarihi bir mekan burası. Eskiden hamamış ama şu an bir kültür merkezi olarak işletiliyor. İçerde bulunan kafesinde yaklaşık 15 baharattan oluşan enfes Osmanlı Çayı satılıyor. Fiyatı da 2 lira. Yanında hakiki çam balı ile ikram ediliyor. Gerçekten enfes bir lezzet. Gezimizi tamamladıktan sonra geldiğimiz yolu aynı şekilde geri dönerek Çınarcık'taki evimize ulaşıyoruz. Bugünde yorulduk, ama değdi. Bir sonraki yazımda görüşmek üzere.
Devamını Oku..

20 Ağustos 2014 Çarşamba

Çınarcık Yolunda - 1

Selamlar sevgili blogcular, 

Uzun bir aradan sonra çıkmayı başardığım tatilden kısa notlar aktarmaya çalışacağım sizlere. Uzun süredir niyetimiz olan tatil için arkadaşımla bir çok mekan araştırdık, didindik, çabaladık ama geç kaldığımız için tam hayallerimiz sona erdi derken, bir arkadaşımız duruuuun bizim Yalova'da yazlığımız var demesiyle yeniden yeşerdi. Biz de durur muyuz hadi o zaman diyerek ilk iş biletleri aldık. Yazlık sahibi olan arkadaşımız bize cumartesi günü katılacaktı bizse perşembeden yola çıktık. Beleş konaklama kaçar mı hiç :D Yolculuk yenikapı limanından başladı. Yaklaşık 1 saat süren yolculuğun ardından Çınarcık limanına iniş yaptık. İner inmez oldukça kalabalık bir yerleşim yeri karşıladı bizi. Hatta o kadar ki sahilde denize giren insanları kaya zannettim uzaktan o kadar kalabalık :/ 

Yazın yerli ve yabancı turistlerle 200 bini bulduğu söylenen Çınarcık bir sahil kasabası formundan çıkalı uzun bir süre olmuş. İlk hedefimiz konaklayacağımız evi bulmaktı. Her zaman ki navigasyon tecrübemle(kayboldu) evi bulduk. Eve beklediğimizden yakın bir mesafede 5 dk'lık bir yürüme ile ulaştık. eve girer girmez ilk şoku yaşadık. Evdeki herşey en son 1995 yılında kullanılmıştı :D Doğal olarak eşyalar da o yıllara aitti. Kendimi yasemin'in penceresi programında gibi hissettim. Birazdan salona ilkokul 1.sınıf öğretmenim Sevgi hocam girecekti sanki. Neyse burayı şimdilik geçiyorum. Hemen erzak almak için dışarı çıktık. Şansımıza evin hemen önünde bir pazar kuruluydu. O semtin pazarına denk gelmiş olduk, yani perşembe pazarına. Pazarda köyden, bahçeden birçok taze ürün uygun bir şekilde satılıyordu. Durur muyuz tabi daldık pazara. Ben peynir seven bir insan değilim ama yumuşak, yağlı öyle bir beyaz peynir tattık ki gerçekten enfes bir lezzeti vardı. Bulabilen herkese kesinlikle tatmalarını öneririm. Beni benden aldı yani o derece. Birde sapsarı enfes bir terayağı var ki onu da mutlaka denemelisiniz. Gerekli şeyleri aldıktan sonra 1995 yılına yani eve geri döndük. 

Alışverişi yaptıktan sonra hiç olmazsa çevreyi tanıyalım bugünlük diyerek çevreyi keşfe çıktık. İskeleye sırtımızı verip solumuza doğru yürümeye başladık, sahile paralel bir şekilde yürümeye devam ettik. Ta ki Çınarcık güle güle tabelasını görene kadar :) Ardından sahile indik ve aynı yolu sahil yolunu izleyerek geri geldik. Gerçekten upuzun ve enfes bir sahil yolu var. Akşam vakitlerinde kesinlikle yürümelisiniz. İdo iskelesine gelmeden yaklaşık 500 metre önce cafelerin sahile taşların üzerinde koyduğu masa sandalyelerde hem dalgaları seyredip, seslerini dinleyebilir hemde çayınızı içebilirsiniz. Yine bu sahil şeridinde birçok kafe ve yemek salonu bulunuyor. Ee tabi gün sonuna geldik ve mideler boşaldı. Açlık hissetmeye başladıktan sonra ilk işimiz yemek için düzgün bir mekan aramak oldu. Uzun bir karar verme sürecinin ardından(insan şüphe ediyor) filiz restaurantı seçtik. Fiyatları normaldi, söylediğimiz tavuk şişte fena değildi. Tavsiye edilebilir mekan. 

Yemeğimizi yedikten sonra ünlü Çınarcık dondurmalarından yemeğe karar verdik. Benim açıkçası çok bir beklentim yoktu. İstanbul'da birçok dondurmayı tatmış biri olarak ekstra bir lezzet beklemedim. Ama sonuç beni oldukça şaşırttı. Hemen İDO iskelenin karşısında sağ çaprazda bulunan Özkaymak dondurmacısı gerçekten harika dondurma yapıyor. Ben krokan ve damla sakızlı aldım. İkisi de enfesti kesinlikle tavsiye ederim. Dondurmaları da yedikten sonra eve geri dönüş vakti geldi. Gidip biraz da dinlenmek lazımdı. Tabi temizlik yapmak zorunda kalmasaydık. Neyse o uzun hikaye, bir sonraki yazıda görüşmek üzere, esen kalın :)
Devamını Oku..

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir Blog Hikayesi

Merhabalar herkese,

Bu benim ilk bloğum değil. Son da olmayacak :) Daha önce birkaç denemem oldu. Sonrasında kod5.org sitesinde yazılım üzerine yazmaya başladım. Ama özellikle seyahat tutkum birde sadece bana ait bir blog yazayım dememe sebep oldu. Gerçi şimdi blogu açtım içtiğin kesin bir yere gidemem :) Şans faktörü, daha doğrusu kısmet bazen benle oyun oynuyor. İnşallah bu sefer öyle olmaz. Yazılarıma kısa süre önce gittiğim Yalova seyahatiyle başlamak istiyorum. Sonra ne mi olur? Sonrası Allah kerim. Umarım kısa aralıklarla yazabilirim :) Şimdiden tüm hatalarımız affola. Keyifli okumalar...
Devamını Oku..
Designed By Templateism | © 2014 Tüm haklarım Allah'a aittir.