16 Aralık 2014 Salı

Yolculuk Üzerine: Seyyah Olmak Ya Da Olmamak

Yeniden selamlar sevgili dostlar,

Bir projenin ardından sırf kafam rahatlasın diye, yazıyı erkenden yazmaya karar verdim. Ve bu sefer uzun olacak, önceki yazı için bunu saymayız diyenler oldu :) Evet herkes hazırsa başlayalım. Site tanıtımımda yazdığı gibi çok gezen bir insanım. Yerimde durmayı pek sevmem. İstanbul'da yaşayıpta bu mümkün olmuyor zaten. Sırf bu gezmelerim yüzünden annem bana "gezenti" der. Otur oturduğun yerde diye de ekler. Kaç yaşında olursanız olun, sonuçta anne :)

Seyyah yazılarını okumayı çok severim. Gezi programlarının çoğunu kaçırmam. Tabi tek lokmada bir kuzunun mideye indirildiği programlardan bahsetmiyorum. Mesela Trt Haber'deki Yol Arkadaşım programını çok severim. Güler yüzlü, sevimli bir ablamız tam da istediğim gibi geziyor Anadolu'yu. Genelde bu tarz programları izlerken notlar alırım. Eğer buraya gidersem şunları yapmam lazım, burda bu yenir, bu yenmez, şu mekana kesin gitmeliyim vs. Size de tavsiye ederim. Çok yararlı oluyor.


Seyyah sıfatına henüz layık olamadım. Anadolu'yu istediğim gibi gezemedim çünkü. Bende madem Anadolu'yu şu an için çok gezemiyorum, o zaman İstanbul'un hakkını vermek lazım diyerek yollara düşüyorum. Ve inanın ki henüz hepsini gezemedim. En az 5-6 senedir düzenli şekilde İstanbul'u araştırıp mekanları keşfetmeye çalışıyorum. Fatih'te oturuyor olmanın verdiği avantajla buralardan başladım tabi ki. Ama henüz buralarda bitmedi. Gez gez bitmiyor mübarek.

 Bir yeri il, ilçe, semt, mahalle ne olursa olsun internetten araştırır, özel mekanlarını tespit eder, gizli mekanlarını öğrenir öyle giderim. Ama burda ince bir nokta var. Kesinlikle ezberleyecek şekilde araştırmam. Peki bu ne demek. Şu ki gideceğim mekanı bilsem bile eğer semt hoşuma giderse sokaklarında kaybolurum. İşte bu en sevdiğim şey zaten. Bir yere gittiğinizde sokaklarında kaybolmazsanız orayı hakkıyla keşfedemez ve öğrenemezsiniz. En azından ben böyle düşünüyorum. Kaybolmanın zevki bir başkadır. Tabi kaybolacağınız yeri iyi seçmekte fayda var bkz. Balat :D

Gezdiğim yerleri buraya yazmaya çalışacağım, gördüğüm güzellikleri sizinde görmenizi ve keşfetmenizi isterim. Peki bu yazıda önereceğim bir kaç yer var mı? Var tabi ki ama... Aması var sayın seyirciler. İşe nereleri gezmemeniz gerektiği ile başlayalım :D

"Gidip Görmesen de Olur Denecek 3 Mekan" (Katılmayabilirsiniz :D)

1. Karabük(Merkez)

Listemizin ilk başında tabi ki ömrümün bir yılını çalan nadide ilimiz var. Neden oraya gittiğim ve kaldığım uzun hikaye, olayın özüne gelelim.


"Karabük, Türkiye'nin kuzeyinde Batı Karadeniz Bölgesi'nde il. 2013 yılı nüfus verilerine göre nüfusu 230.251'dir. Karabük, 1937 yılına kadar, Safranbolu'ya bağlı Öğlebeli Köyü'nün 13 hanelik bir mahallesiydi." (Vikipedi)

Bu ilimiz 1995 yılında rahmetli Ecevit'in kıyağı ile il olmuştur. Neden il olduğu konusunda kimsenin bir fikri olduğunu düşünmüyorum. Biraz şehirden bahsedelim. Şehre otobüs ile girdiğinizde uyuyor olsanız dahi bunu anlarsınız. Nasıl mı? Otobüsün hava almak için açtığınız klimasından içeriye (eğer sabah vardıysanız) buz gibi bir soğuk ve o soğuğa karışan is kokusu gelir. Sabah mahmurluğuyla o havanın ciğerinize işlemesi inanın çok kötü. 

Şehirde bulunan Demir-Çelik fabrikası şehri yaşanmaz hale getirmiş. Şehre tepeden baktığınızda daima bir sis bulutu bulunuyor. Gece olduğunda dereye dökülen atık metal gökyüzünü kıpkırmızı yapıyor, ayrıca fabrikadan çıkan alevlerle birlikte sanırsınız Yüzüklerin Efendisi filmi. Bende Mordor'a yüzüğü ulaştırmaya gitmişim.(Hobbit diyenler var biliyorum, Şu an çok güldüm :D) Bu arada o atıklar dereyi mahvediyor. Yazık..

Neyse nerde kamıştık, 4 sene önce arkadaşlarımla birlikte gittiğimizde karasal iklimin acı yüzüyle onlarda tanışmış, sabah ayazında donmuşlar, öğlen 30 derece sıcakta enseleri pişmişti. Ve arkadaşımın bana gün sonunda tepkisi şu oldu: "Abi bu şehirde niye kimse gülmüyor?". Ben de bilmiyorum. Vardır bir kerameti. Tabi dayımların orada olması benim için büyük bir avantajdı, Allah onlardan razı olsun. 

Karabük'te güzel hiç mi bir şey yok derseniz, Safranbolu ve lokumu diyebilirim. Ama oraya da bir kez gittikten sonra yetiyor. Sonrası kabak tadı vermeye başlıyor.   

Bu arada bir anektod aktarayım. Karabük'ten döndükten sonra hastaneye gitmiştim. Akciğer filmime bakan doktor ciğerin dumanlı, sigarayı çok mu içiyorsun diye sordu.(Hayatımda bir kez bile kullanmadım)

2. Ankara(Merkez)


Çok şaşırdınız biliyorum ama hep merak ettiğim Ankara'ya gidince bende çok şaşırmıştım. En azından merkezi için konuşursak bende tam bir hayal kırıklığına neden oldu. 3 defa gittim Ankara'ya ve maalesef dışarıda kalan Kızılcahamam dışında beğenmedim. Ankara'ya siyasetin o puslu havası sinmiş. Her yerde memurlar ve bu bana çok sıkıcı geldi. Ayrıca gece dışarı çıktığımızda pavyonlar ve benzeri mekanlardan başka oturacak yer çok azdı. Öğrenci eli değecekmiş ama memurlardan pek fırsat kalmamış gibi. Neyse dediğim gibi merkezi açısından konuşursak bir kere gitseniz yeter diye düşünüyorum. Ankaralılara sevgiler :)

3. Esenler - Bağcılar


İstanbullu'sun ya konuş tabi artist demeyin. Listede buradan da bir çok yer yazabilirim. Diyelim ki İstanbul'da oturmuyorsunuz ve buraya gezmeye geldiniz. Akrabalarınız bu iki ilçede oturmuyor. O zaman gitmeniz için mantıklı bir sebebiniz olamaz. Eğer sizi gezelim diye buralara götürürlerse akrabalık ilişkilerinizi kesebilirsiniz, bence sizden hoşlanmıyorlar :)) Beton, çarpık kentleşme, tarihi mekan ve manzara adına hiçbir şey barındırmayan bu nadide ilçelerimizde yaşayanlara Allah kolaylık versin. Modern kentleşmenin maalesef katlettiği mekanlar. İnanılmaz bir nüfus yoğunluğu var. Bu kadar nüfusu buralara sıkıştırmak insana saygısızlıktan başka bir şey değil. 

Ne kadar eleştirirsem eleştireyim kesinlikle buralarda yaşamam demiyorum. Sonuçta binlerce insan hayatlarını iyi yada kötü yaşıyorlar. Zaten büyük ve kesin konuşmaktan da çekinirim. Kaderin ne göstereceği belli olmaz. Geçmişte çok acı tecrübelerim var :))

Unutmadan belirtmek lazım, şu ana kadar yazdıklarıma rağmen, bazı gerçeklerde vardır. Bir yeri değerli kılan aslında içinde yaşayan sevdiklerinizdir. Yukarıda yazdığım yerleri sabaha kadar da eleştirsem, eğer sevdiğiniz biri buralarda yaşıyorsa o zaman sizin için en değerli yerdir. Ki o zaman da benim yazdıklarımın en ufak bir değeri olmaz. 

Bu yazının da sonuna geldik. Aklıma geldikçe beğenmediğim mekanları yazmaya devam edeceğim. Tabi güzel yerleri yazmayada. Kendinize iyi bakın hadi görüşürüz :)
Devamını Oku..

14 Aralık 2014 Pazar

Bu ay ne var, ne yoktu?

Selamlar sevgili okurlar,

Bir pazar günü etkinliği olarak, bugün blog yazmayı düşündüm. Hava güzel, iş güç yok, evde kalınca kendimi yazı yazmaya verdim de diyebiliriz. Bu yazıda -sevgili Ender kardeşimden aşırdığım yazı konusu- bu ay yaşadığım bir kaç olaydan bahsedeceğim. 

Gelelim bu ay neler yaptığıma. 
Kasım Ayının son haftasında uzun bir aradan sonra sinemaya gitmeye karar verdim. Özlüyor insan, hele de değecek filmler varsa. Üstad Christopher Nolan'ın yeni filmi Interstellar'ı merak ettmiştim. Uzayı konu etmesi ufak bir ön yargı oluştursa da, O yaptıysa izlenir diyerek gittim filme. Karadelik, boyutlar arası geçiş, uzay şehirleri ve en önemlisi izafiyet teorisi konularını enfes şekilde beyazperdeye aktarmış. Zamanın yerçekimine göre uzayıp, kısalması(izafiyet teorisi) konusunda dinlediğim bir diğer değerli insan Caner Taslaman'ı izledikten sonra filme gitmek, beni daha fazla etkiledi. Çünkü izafiyet teorisini Kur'an'ı Kerim'de de görebiliyoruz. 

“Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir” (Hac: 47) 

“O, göklerden yere kadar her işi yerli yerince tedbir ve idare eder. Sonra bütün işler, sizin gününüzle bin sene kadar uzun olan kıyamet gününde Ona arz edilir” (Secde: 5) 

“Melekler ve Cebrail, oraya, bir günde yükselip çıkarlar ki, o mesafenin uzunluğu dünya senesi ile elli bin yıldır” (Mearic: 4) 

Zamanın bir boyut olarak fiziksel manada gösterilmesi bence filmin en enteresan sahnesiydi. Neyse daha fazla anlatıp zevkini kaçırmayalım. Yorumum: Kesinlikle izleyin!

Aralık başında 2 tane önemli bilişim etkinliği vardı. Birisi İTÜ'de gerçekleşen Bilişim Zirvesi, diğeri Google DevFest etkinliğiydi. Bilişim Zirvesine kayıt olmama rağmen çok fazla bulunamadım. Açıkçası oturumlar -bence- developerlara yönelik değildi. Çok ilgi çekici de değildi. O yüzden bu etkinlikten çok bahsedemeyeceğim.


Diğer etkinlik ise Google'ın desteklediği, mobil uygulama geliştiricilerinin fazlasıyla istifade ettiği DevFest'ti. Oturumlar gerçekten iyi düşünülmüş. Material Design Android Uygulamalar ve Cross Platform mobil uygulama oturumları en ilgimi çeken oturumlar oldu. Ancak DevFest bu sene daha büyük bir salona taşınmasına rağmen, yine de şirketlerden yeterli ilgiyi görmemiş gibi gözüküyor. Salonda bulunan stand sayısı çok azdı. Geleceği Yazanlar ekibinin standı en büyük ve ilgi çeken stand oldu. Tabi bunda verdikleri hediyelerin etkisi büyük :) Yani diyeceğim oturum dışı etkinlikleri güçlenirse, oldukça güzel bir organizasyon. 

Evet bu yazıda bu kadar bir sonraki yazı da görüşürüz. Çok bekletmeyi düşünüyorum :D

Devamını Oku..

5 Aralık 2014 Cuma

Çocukluğum: Bir garip hikayem

Merhabalar, uzun zamandır yazmadım, farkındayım. İnsan içinden gelmeyince yazmamalı kanaatinde olduğum için kafama esmeden yazmıyorum. Neyse bu yazıda ne anlatmak istiyorum diye sorarsanız hayatımın önemli bir dönemi olan çocukluğumdan esintiler aktaracağım. Oo çok iddialı bir cümle oldu. Klasik bir muhabbet olacak aslında. Çok umrunuzda değil farkındayım :) Olsun ben niyet ettim artık. Nerden aklıma geldi sorusunu duyar gibiyim. Geçen gün TV'de Seksenler dizisine gözüm takıldı. O sıcak mahalle havasını görünce kafam çocukluğuma gidiverdi birden. Gerçi ben 80 kuşağı değilim ama olsun bende kendimce çocukluğuma gittim. Bizde 90'lar çocuğuyuz bugüne bugün nedir yani.

Not: Haber galerilerindeki "90 kuşağında çocuk olmak" itemlerini kullanacağım ama kendimce yorumlayacağım tabi ki.

Evet başlayalım o zaman, ben çocukkene :) klasiklerimin en başında tabi ki Pokemon çizgi filmi var. Her bölümünü soluksuz izlediğim resmen duygu seline kapıldığım en muhteşem yapımlardan biri. Favori pokemonum Squirtle ve takımıydı. Hepsi ayrı güzeldi. Japon mühendislerin en yararlı yapımıdır, şahsen Toyota'dan daha önemli benim için :)


Yine en önemli yapımlardan Tsubasa. Muz ortaları mı desem, orta sahadan rövaşata gole mü desem, iki saatte penaltı noktasından kaleye giden ama o arada da yedek kulübesi ve bir kaç arkadaşıyla göz göze gelen futbolcu mu desem neler neler. Bunun playstation oyununda ölüm vuruşu vardı. Hagi'nin 90'daki golü gibi beklerdik, insan gerçekten hayret ediyor.   



Neresinden başlasam hakikaten en zevkli çizgi filmlerdi. Favori karakterim Ninja Turtles'ta Rafael,  Power Rangers'ta Yeşil olan karakterdi. Hey gidi günler, üşüyoruz Splinter Reis :(


Bu kadar çizgi film yeter daha sayamadığım bir çok yapım var tabi. Red Kit, Scooby Doo vs. ama benim için en önemlileri bunlardı. Gelelim dizilere yine bir sürü yapım sayılabilir. Ama iki tanesinden bahsedeceğim. 
İlki tabi ki Süper Baba. Sen ne güzel adamdın be Fikret(Fiko) Abi. Çengelköy'ü ta o zamanlar sevdirdi bana. Tabi o zamanlar Üsküdar neredir bilmiyoruz. Bütün dünyamız Fatih bizim o zamanlar. Demek ki kafamda pozitif bir Üsküdar algısı bırakmasına vesile oldu. Şu an ki dizilere bakınca iyi ki izlemişim seni diyor insan. Sanki zamanın ruhu dizilere mi yansıyor ne! 
İkincisi elbette Kaygısızlar. Kültigin karakterini literatüre kazandıran Şoray abimize de selam olsun. Onun da aslında çocukluğumda etkisi çoktur. Bir çok yapımın yıldızıydı kendisi. O zamanlar Leyla ile Mecnun yok tabi. Absürd dizi diyince akla ilk Kaygısızlar gelirdi. 



Yeri gelmişken Hugo ve Tolga Abi'den de bahsedelim. 3'e bas 5'e bas, bassana be kardeşim diye diye biterdi program. Hep aramak istedim ama kısmet işte. Birde benim sorunlu ruh halim midir nedir aklımda her zaman şu soru olurdu: "Ya acaba onlar mı arıyor biz mi arıyoruz, telefon faturasını kim ödüyor?"



Yabancı dizilerde ise iki unutulmazım var. Birincisi Alf. Çok güzel bir yapımdı, güldüğümü çokca hatırlarım. Birde her pazar sabahı Kanal D'de yayınlanan Bizim Ev dizisi vardı. Hani ikiz küçük kızlar vardı dayıları falan vardı, bildin mi? Hani böyle şey, google.com'a yazın bulurusunuz :D



E tabi Muppet Show'u es geçmeyelim. Edi ile Büdü, kurbağa kermit, birde tabi ki Manha Manha karakterleri unutulmazlar arasında yerini aldı benim için. Manha Manha demişken şarkıyı da dinleyelim madem :)


Geldik oyunlara. Bu kısım şu anki çocukların en büyük kaybıdır herhalde. Ekranlara hapsolmuş, kreşlere hapsolmuş, sitelere hapsolmuş enerjik ve yaratıcı çocuklar. Hepsi köreliyor, daha sağlıklı düşünen, iyi bir nesil yetişmesi biraz hayal gibi. Oyun diyince akıllarına telefonlar, tabletler geliyorsa,  çocuk olmak ne demek farkına bile varmadan büyüyorlar demektir. Evde bulduğumuz her şeyi ama herşeyi oyun malzemesi yapabilirdik. Bu hayal gücümüzün sınırlarını zorlamamızı sağlıyordu. Bence en büyük faydası da bu oldu.

Misket en çok oynadığım oyunlardan biri oldu. Çeşit çeşit, renk renk misketlerim vardı. Dombik misketleri özellikle çok severdim. Porselen misket serim son derece özeldi. Özene bezene biriktirirdim onları. Ahh ahh. Ve tasolar. Keptikçe oynar, oynadıkça daha fazla oynayasımız gelirdi. Kepmek fiilini bilmeyen yoktur herhalde. Eğer varsa "Yook artık" diyesim geldi. Tasolar o kadar değerliydi ki, ilk gaspımı pokemon tasolarımla olmuştum. İkinci gaspımı da tasolardan oldum. Pikaçu'lardan birini çalmışlardı. Ne saçma bi çocukluk geçirdim şu an yazdıkça farkediyorum. Son olarak sıralarda parmaklarım morarana kadar oynadığımız para maçları. İlerleyen yıllarda basketbol versiyonları bile çıkmıştı.

Ve tabi bunlar dışında sokaklarda oynadığımız binbir türlü oyunlar. Futbol başta olmak üzere, uzun eşek, yakar top, 9 taş gibi gibi her çeşit oyunu oynadık herhalde. Manyak kale ve Japon kale en zevkli olanlardı. Bölgeye göre ismi değişebilir, o ne saçma isim demeyin şimdi. Unuttuğum nice oyunlar var tabi. Hepsini yazmayalım şimdi.






Peki hiç mi teknolojik oyuncaklarımız olmadı. Oldu tabi ki. Atari ve Gameboy. 9999999 in 1 kasetlerle ne oyunlar oynardık. Mario, Olympic, Tank, Goal3, Fifa98 en güzel oyunlar listemdir. Saatlerce Tv başında otururduk, annem hadi artık yeter diye başıma dikilirdi. Kalkmayınca terlikler havada uçuşurdu tabi. Kaset bozulunca üfleye üfleye çalıştırmaya çalıştırırdık. Ne ciğer bizde de :) Gameboy apayrı bir dünya tabi. Tetris oynamaktan bir hal olurduk. 




Okuldan da bahsedelim biraz, mesela birkaç okul itemi paylaşayım :) Capri-sun gayrı-resmi okul içeceğimiz diyebiliriz. Sonra zengin çocuk itemi Monami pastel boyaları, benim gibi fakirin boyaları da Nova Color boyalardı. Ne dram ama :(


Birde ezik kutu kolayla maç yapma olayı var ki. Değme futbol toplarına değişmem. Ne hırs, ne azim. Ölümüne giriyorduk. 



Şahsen bizim eve PC çok geç girdi. O yüzden değişik oyun aktivitelerimiz oluyordu. Mesela çim adam. Şu aralar göremiyorum. Onun bile kimyasalı çıkmış. Ayıptır yahu(Şu aralar gıda terörünü araştırıyorum ilerde yazarım). Bununla ilgili en önemli anımda kiracısı olduğumuz dükkan sahibimizin evinde bulunan çim adamı yoğura yoğura patlatmıştım. İçinden un gibi beyaz bir toz çıkmıştı. Ondan sonra dükkandan çıktık zaten :(


Daha unuttuğum neler neler vardır eminim ama hepsini bir yazıya sığdırmakta mümkün değil tabi. Son olarak 90'lardan bir kaç şarkı ve o dönemleri anlatan karikatürlerle bitirelim. 

Eurovision Şarkımız:
Şebnem Paker - Dinle

En sevdiğim gruplardan: 
Yeni Türkü - Telli Turnam 

En kral gruptur :D
Grup Vitamin - İsmail (Ata Demirer içerir)

Bence konunun özeti budur. Harika bir karikatür :D 

Soba üstündeki kestaneleri, pazar banyolarını, Bizimkileri, sobanın dibinde uyumayı evde garip oyunlar türetmeyi özledim be usta :(

İçimi döktüm bu yazıda. Birkaç şeyi yazmadım. Mesela bir defterim olduğunu bu deftere futboldan coğrafyaya kadar birçok oyun geliştirip yazdığımı anlatmadım. Çünkü defterim kayıp. :/ Bu yazı da burada biter. Kendinize iyi bakın, çevrenizdeki çocuklara pc dışında oyun oynama isteği aşılayın mutlaka :) 

Hadi baş baş..






Devamını Oku..
Designed By Templateism | © 2014 Tüm haklarım Allah'a aittir.